7 Haziran 2011 Salı

Papergirl İstanbul

Papergirl, yaratım süreci ve sonrasında; katılımcı, analog, ve kar amacı gütmeyen bir sanat projesi. Genç sanatçıları bir araya getirmek ve sanatın paylaşımını arttırmak Papergirl’ün öncelikli hedefi olmuş.
Fikir olarak Almanya’da doğmuş olan Papergirl; ağırlıklı olarak Avrupa olmak üzere dünyada birçok ülkede gerçekleştirilmiş. Kamusal alanda sanatın paylaşımına önemli bir örnek olması nedeniyle her geçen gün dünyanın başka bir ülkesinde gerçekleştirilen Papergirl, büyüyen bir “network” niteliğinde.
Kültürel ve sanatsal etkinlikleri gün geçtikçe çoğalan ve bu alanda dünyanın sayılı şehirleri arasında anılan İstanbul da artık Papergirl şehirleri arasında yer alıyor. Papergirl; Amerika’da gazete dağıtımını yapan “paperboy”’ lardan esinlenen ve bu tarza bürünmüş insanların sanatsal üretimleri, ayrım gözetmeksizin kamusal alanda bireylere dağıtımını hedefliyor.



Projenin “aksiyon” yani kamusal alanda bisikletlerle sanatsal üretimlerin bireylere dağıtılmasının yanında; sergi, workshop, sanatçı konuşmaları, network, “Papergirl İstanbul” Kitabı ve sanatçı kitapları gibi etkinliklerle de, sanat üretimini ve paylaşımını arttırmak projenin temel amacını oluşturmuş.
Birçok evreden oluşan bu proje; hem yerel hem de uluslararası sanatçıların kamu bilincini geliştirmek ve onlara yeni alanlar sağlamak fikrinden doğmuş.
Eserler Milk Gallery’de 26 Mayıs – 9 Haziran 2011 tarihleri arasında görülebilir.




6 Haziran 2011 Pazartesi

Sanat Tanımı Topluluğu

    


      İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi  Resim Bölümü’nü 1969 yılında bitiren Şükrü Aysan sanatsal formasyonunu 1970-1975 yılları arasında Fransa’nın Paris kentinde sürdürdü.

      1970 yılından başlayarak, Paris’deki eğitimi sırasında, avangard sanat akımları olan Minimal Art, Arte Povera, Land Art, Body Art, Conceptual Art’la (Kavramsal Sanat) ilişki kurmuş.

      1972 de Kavramsal Sanat akımına bağlanabilecek ilk çalışmaları olan “Sistem” dizisini gerçekleştirmeye başladı ve aynı yıl Adnan Çoker’e Kavramsal Sanat’la ilgili Türkçe metinlerinden ve görsel belgelerden oluşan kapsamlı bir dosya göndermiş ve yanında asistanlık yapmış.

     Ülkemizin sanat ortamında, sözü edilen sanat akımlarıyla birlikte özellikle Kavramsal Sanat’ın tanınması, anlaşılması ve kendini göstermesi yönünde kitap, makale, sergi, topluluk ve diğer etkinlikleriyle sürekli çaba göstermiştir.

     Şükrü Aysan bu çalışmaları bağlamında 1977 Yılında, Akademi’nin Resim Bölümü’ndeki Resim eğitiminin devamında Kavramsal Sanat eğitimi verdiği öğrencilerini de alarak, günümüzde de çalışmalarını sürdüren, Sanat Tanımı Topluluğu’nu oluşturdu.



     Sanat Tanım Topluluğu, başından beri, bünyesinde Kavramsal Sanat’ın eğitimini de veren, kollektif çalışmaya yönelik, süreklilik sunan bir grup, bir çeşit Kavramsal Sanat akademisi konumunda ve tutumunda görülüyor;

     Şükrü Aysan’ın yerleştirdiği ilk sergi 1978 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Galerisi'nde yapılmış.

     Aynı mekânda 1980 de düzenlenen “Sanat Tanımı Topluluğu” enstalasyonuyla birlikte bu adla çağrılmaya başlanan Sanat Tanımı Topluluğu’nca, daha kolektif bir yaklaşımla inceltilmiş çalışmalar galeri mekânına yerleştirilmiştir. Bu etkinlik ülkemizde yapılmış ilk Enstalasyon'dur. Ayrıca bu çalışma bağlamında “Sanat Olarak Betik” başlıklı Sanatçı Betiği yayınlanmıştır. Sanat olarak gerçekleştirilmiş olan bu kitap içinde Kavramsal Sanat üzerine metinler de (Şükrü Aysan’ın, Joseph Kosuth’un metinleri gibi) bulunmakta.

     Sanat Tanımı Topluluğu’nun çalışmaları ve etkinlikleri, böylece, 1987 yılından sonra, giderek ağırlık kazanan düşünsel yönüyle çok daha belirginleşip diğer güncel yaklaşımlardan farklı, evrensel bağlamda özgün bir çalışma olarak, günümüze kadar gelmiş.
 
      Sanat Tanımı Topluluğu çalışmalarını, oluşturduğu mekânlarda gerçekleştirdiği enstalasyonlar içinde, yürütmekte. Gerçekleştirilen çalışma “Sanat Tanımı Topluluğu’nun kollektif bir sanat çalışması olarak nitelenir”. Çalışmaya katılan kişilerin adları ön plana çıkarılmıyor. Çünkü, STT çalışmalarında kişinin kişiselliği paranteze alıyor.

     Şükrü Aysan 1995 Yılından sonraki tüm sanatsal etkinliğini Sanat Tanımı Topluluğu adı altında yapılan kollektif sanatsal çalışma bağlamında  gerçekleştirmeye devam etmiş.
 
     Kavramsal Sanat sanatın doğasını, yapısını, Dünya’yı, dil’i, dil ve dünya ilişkilerini çözümlemeye yönelik bir girişim olmak bakımından disiplinlerarası (Sanat, Felsefe, Bilim) bir çalışmayı gerektiriyor.
     Sanat Tanımı Topluluğu’nun ortamını yerleştirdiği mekânlarla belirli sayıda katılımcı oluşturuyor. Haftanın belirli bir günü gerçekleştirilen sanat çalışmasına, önceden bildirilmesi ve yer bulunması koşuluyla, isteyen herkes katılabiliyor.
 
      Sanat Tanımı Topluluğu, Kavramsal Sanat’ın Art and Language, Kosuth, Venet gibi sanatçılarca veya gruplarca, 1970’li yılların başlarındaki anlamından hareketle kendi çalışmasını ve tavrını yıllar boyunca, titizlikle geliştirmiş.

     Bugün geldiği noktada STT, evrensel anlamda, Kavramsal Sanat nitelemesinin içini dolduran özgün bir sanat çalışması yaptığına inanıyor. Topluluk uluslararasında tanınmak yönünde herhangi bir özel çaba harcamıyor;

Sanatsal bir gruplaşmanın sürekliliği açısından bakıldığında bu kadar süre yaşamış ve halen yaşamda olan başka bir topluluğun yeryüzünde bulunmadığı söylenmekte.

Kaynak: http://www.sanattanimitoplulugu.com/

5 Haziran 2011 Pazar

Fırat Arapoğlu




     Fırat Arapoğlu yazmış olduğu yüksek lisans tezinde 60'ların devrimci sanat akımlarından biri olan Fluxusu işlemiş. Bu konuya bir doktora tezi hassasiyetinde yaklaşmış. 

     Bu çalışmayı yaparken 120'den fazla kaynaktan yararlanmış fakat bunların %90’nın yabancı dilde yazılmış kaynaklar olduğunu,  üzülerek ifade etti.

 *Günümüzde sanat kitaplarının Türkçe çevirilerine
ulaşmanın zorluğundan yakınıyor.

      Türkiye’deki bu problemin, yayınevlerini sanat kitabı çıkarma konusunda ya da çevirileri konusunda ikna etmenin zor olması ve yine bunu etkileyen en önemli sebep olarak da okumayan bir toplumun getirmiş olduğu sıkıntıdan bahsediyor.

    Yani okuyucu talebi olmadığı için yayınevleri bunu gerçekleştirmeye yaklaşmıyorlar ve çok fazla üzerinde durmuyorlar.

    Çok derin sanat felsefesi içeren bilgilerin olduğu bir kitabın çevirisini yapabilmenin, o konuya çok hakim olabilmekten geçtiğini düşünüyor.  Bunun için Nancy Atakan’ın 'Sanatta Alternatif Arayışlar' kitabını örnek olarak gösterdi.

*Ona göre sanat eleştirmeni olmak için
mutlaka sanat tarihi okumak bu işin şartlarından biri değil.

      Ali Akay, Sibel Yardımcı , Nusret Polat gibi çok iyi sanat eleştirmenliği yapan, fakat asıl meslekleri sosyologluk olan kişilerin de varolduğunu görebiliyoruz.
 
     Yine de sanat altyapısının mutlaka bir şekilde edinilmesi gerektiğini savunuyor.

     Zaten bizlerin de okuyucular olarak bu durumun ayrımına varabileceğimizi, iyi bir okuyucunun yazarın alt yapısın anlayacağını, onun ne kadar araştırarak bu işe başladığını anlayabileceğinin farkında.

      Bu iş için de bir birikimin varlığından söz ediyor. Bu birikim yeteri kadar okumakla ve bu işin içinde olabilmekle doğru orantılı olarak yazarın başarısını etkiliyor. 

     Sanat tarihine yakın dönem üzerinden baktığımızda Joseph Beuys, Nam Jun Paik gibi isimlerin iyi de birer yazar olduklarını görüyoruz. 
      Aynı zamanda "sanatın içinden gelmek gerekli midir?’i sorguladığımızda yine buna Jean Baudelaire gibi bir isimle örnek verdi.  Aslında felsefeci olması, fakat çağdaş sanat üzerine metinlerinin de bulunması bu durumun bir göstergesi olabilir. Bu kişiler de dışarıdan bakıp sanatı yorumlayabiliyorlar.


*Türkiye'deki sanat ortamı için;

     Çeşitli kriterler üzerinden değerlendirdi.  Örneğin şu dönemde Türkiye’de yavaş yavaş bir sanat borsasının oluşmaya başladığını, bunun altyapısının geliştirildiğini görebiliyoruz.

     Yine müzayedelerin ön plana çıkışı, 20’li yaşlardaki sanatçıların bile artık müzayedelerde işlerini satmaya başlaması, ve bienalleri bu duruma örnek olarak gösterdi.

     Özellikle de İstanbul Bienali'nin çok önemli bir etkisi olduğunun, Avrupa’nın birçok ülkesinden insanların buraya sırf bienal için geldiklerini, ülke dışından baktığımızda çok önemli bir etkinlik olarak gözüktüğünü düşünüyor.

     Başka bir örnek olarak 90'ların başında başlayan İstanbul Çağdaş Sanat Fuarı şu dönemde en yetkinlerinden biri haline geldi. 
*Türkiye’deki sanata kendi içindeki dinamiklerden baktığında;
     Romantizm döneminin çok uzun sürdüğünü, ta ki 80'lerde Bedri Baykam, Gülsüm Karamustafa, Yusuf Tak Tak gibi isimlerin Genç Eğilimler ve Günümüz Sanatçıları sergileri  ile birlikte bir kırılma başlatmaları ve 90'lardaki algısal kırılmaya gelene kadar bunun devam ettiğini söylüyor.

     90'larda Elif Çelebi, Halet Enger, Ayşe Erkmen, Hüseyin Alptekin gibi isimlerle birlikte disiplinler arası düşünceye inanan, daha çok okuyan, daha çok düşünen, felsefe ve sosyoloji ile daha çok temasta bulunan bir sanatçı modelinin ortaya çıktığını görüyoruz.

      Sanatsal ağlar ve internetin de işin içine girmesiyle birlikte artık gezici bir sanatçı modeli oluşmasından ve sanatçıların artık her yerde sergi açabiliyor olmasından hoşnut.  

     Türkiye için en önemli adımlardan birinin özellikle 4. İstanbul Bienali olduğunu söyledi. Küratörünün Rene Block olması bu durumu çok etkilemiş. Aynı zamanda yine o dönemde AKM’de açılan Fluxus Sergisi'ni de buna örnek olarak gösterdi.
      Uluslararası düşünmeye çalışmak, farklı sanatçıların işlerini görmek, yeni malzemelerle çalışmak onun için önem taşıyor.  


*Küratörlüğünü gerçekleştirdiği sergiler;

Re-De Jenerasyon


Kimlikler Lütfen



Beden Mekan




Tourist In Formation





29 Mayıs 2011 Pazar

Serkan Özkaya

"Monet: Bir Retrospektif"



         Serkan Özkaya’nın işlerine genel olarak baktığımızda orijinal isimler koyduğunu fark ettik. İşlerini isimlendirirken “Sergini adı ne olmayabilir?”  ve “En yanlış isim ne olabilir?” sorularından faydalanıyor. İsmi ve işi gördüğümüzde “Ne alakası var?” diye sorabilmemizi istiyor. En olmayacak ve en saçma isim olması onun için önemli bir özellik. Ona göre, saçmalamak da sanatçıların özgürlüğünün bir parçası.


         Kendisi edebiyata merakından dolayı alıntılar yapmaktan hoşlanıyor ve kullandığı isimler için bu yolu da izliyor. Alıntı yapma merakı onun başına biraz problem de açmış; “Bugün Tarihi Bir Öneme Sahip Olabilirdi” isimli, gazeteler için yaptığı işinde, kendisinin hayranı olduğu sırp sanatçı Bratzo Dimitrevi’nin “Burası Tarihi Öneme Sahip Bir Yer Olabilirdi” isimli işinden etkilenmiş. New York'da çıkarmış olduğu kitabına ve açtığı sergiye de bu ismi vermiş, tesadüfen Dimitrevi'nin karısı da oradaymış ve bunu görünce kendisine tazminat davası açacağını söylemiş… 


        İşlerinde olduğu gibi işlerinin isimlerinde de kopyalama ve alıntı yöntemini izlediğini kendisi de söylüyor. Sergilerine ve işlerine koyduğu değişik isimlerden bir başka örnek de Monet: Bir Retrospektif sergisi.


"Pastacı Yamağı Olarak Otoportre"



        Bu ismi verirken, serginin içeriğinin empresyonist ressam Monet ile bir ilgisinin bulunmadığını, davetiyenin ve serginin adının, kendi içerisinde bir yapıt olduğunun savunmasını yapmış. Elbette Monet meraklısı turistler ve sanatseverler de sergiye ilgi göstermişler.

         Sanatı, sanat adına yapılanları sorgulama ve mümkünse ters yüz etme konusunda büyük zevk duyuyor. Künstlerhaus Bethanien'deki sergi, içindeki çalışmalardan önce adıyla dikkat çekmiş."Neden Monet?" diye sorduğumuzda hiç bir fikri yok. Bir şeyin adıyla içeriği arasındaki bağlantıyı düşünüyor. 'İsme, dışa, kabuğa aldanıp, da sergiye gelsinler." diyor. İsmine aldanarak ya da bilinçli olarak sergiye giden ziyaretçiler, Serkan Özkaya'ya ait 11 parça çalışmayla karşılaşmışlar. Bunlardan ilki, galerinin girişinde bulunan heykele eklenen bir gülen surat!

"Smiling Bust - Gülen Büst"

        Sergide sanatçının Berlin’de gerçekleştirdiği ‘Golden Boy’ işi bulunuyordu. Kendini asıyormuş izlenimini veren, ama aynı zamanda bedensel can çekişmenin farklı aşamalarını da içinde barındıran bir plastik çalışma. Ayrıca Alman Freitag Gazetesi ile gerçekleştirdiği “Bugün Tarihi Bir Gün Olabilirdi”’nin  asıl çizimleri, video çalışması “@!?X” ve daha önce 9.Uluslararası İstanbul Bienali’nde gösterilmiş olan “Davut” serginin hareketli görüntülerini oluşturmuş.


"Golden Boy"





 
   "Bugün Tarihi Bir Gün Olabilirdi-Freitag”                                                                          “Bak! Uçak Geçiyor”



        Bunlara ek olarak sanatçı, “Pastacı Yamağı Olarak Otoportre”’sini, “2005: Bir Uzay Yolculuğu” isimli işini, Birleşmiş Milletler Kurumu ile gerçekleştirdiği  “Evrensel Happy Hour” önerisine dair mektuplaşmaları ve “Bak! Uçak Geçiyor” adlı fotoğrafını sergilemiş.
         Bir yanda izleyenin birebir karşılaştığı bir sergi, diğer yanda, etkinlik duyuruları ve günlük gazetelerdeki haberlerle Monet’nin eserlerini göreceğini bekleyen ve toplu eserlerin sergilenmesinden hoşnut olan izleyicilerin ziyaret ettiği bir sergi olmuş.

"Bugün
Tarihi Öneme Sahip Bir Gün
Olabilirdi"



        Kedisiyle orijinal olan ve kopya olanı sorguladığımızda; orijinal olanın önemsiz olduğunu, onun için asıl olanın gazete kağıdının üzerindeki şekil olduğunu söyledi.
     Radikal Gazetesi için yaptığı işini buna örnek olarak gösterebiliriz. Gazeteyi kopyalarken üzerinde çalıştığı aydıngeri müzeciler satın almak istemişler. Orijinal olanın bu aydınger olmadığını, asıl olanın basıldıktan sonra olduğunu düşünüyor. Yani işin kopyası, onu asıl kılıyor.



Radikal gazetesi işinin detaylarını da şöyle anlattı:
        Sanatçı bundan seneler önce Ahmet Karcılılar’ın “Fotoğraf Hikayeleri” adlı kitabını okuyup, çok etkilendiğini ve aklında böyle bir projenin oluştuğunu söyledi. Aslında daha önce de basılı malzemeyi kopya ettiği işleri var. Basılı bir kitabı elle baştan sona yazarak, Borusan'daki sergisinde dağıtmış. Ama bunun sadece sergi mekanıyla sınırlı kaldığını, kitabı alanların mekandan dışarı çıktıkları anda o kitabın yabancı bir nesneye dönüştüğüne inandığından, normal bir günde, sadece o güne özel olan ve herkesin evine girebilecek bir sanat nesnesi yaratma isteğiyle gazete işine başlamış. 


 









    
       Sanat yaşamının başından bu yana 'kopyalama, özgünlük ve çoğaltma' gibi kavramlarla ilgilenen Serkan Özkaya, kitap sayfalarını kopyalayarak başladığı performansını 2003'te Radikal'le daha güçlü bir noktaya taşımış. Bu projeyle Avrupa ve Amerika'da sergilere katılmış, 2004'te İsveç gazetesi Aftonbladet'ın sanat sayfası, 2004'te ise haftalık Alman gazetesi Frietag'ın ön ve arka sayfaları 'Bugün Tarihi Bir Gün Olabilirdi' adlı proje kapsamında değiştirilmiş.


 
New York Times projesinin oluşumunda ise;

       Çağdaş sanat kurumu P.S.1 kendisini bir sergi için davet etmiş ve 'Bugün Tarihi Öneme Sahip Bir Gün Olabilirdi’'nin Türk, İsveç ve Alman gazeteleriyle yapılmış versiyonlarını sergilemek istediklerini söylemişler. Kendisi bu teklifi reddetmiş. Bu projenin sosyal bir yapıt olduğunu ve İstanbul'da onu görmemiş arkadaşlarına bile anlatmakta zorlandığını söylemiş. Sonunda bunu mutlaka yerel, yani New York'lu bir gazeteyle yapmak gerektiğini söylemiş. Daha önceki denemelerinde New York Times'ın yayıncısına, el yapımı gazete projesine dair bir mektup yollamış ve fakat yanıt alamamış. Birkaç denemeden sonra fikir onlara bir kez daha ulaştırılmış ve en son seferinde yetkililer fikrine bayılmışlar.
       'Weekend Arts’'ın ilk sayfası kendi içinde sonsuz sayıda tekrar eden bir görüntüden oluşuyor. Yani, Özkaya'nın elle çoğalttığı sayfa da kendi içinde çoğalıyor. Böylece 'orijinal ve kopyası' arasındaki ilişkiyi daha etkili biçimde vurgulamak hedeflenmiş. Long Island'daki P.S.1, New York Modern Sanat Müzesi MoMa'nın bünyesinde kurulmuş, özerk çalışan 30 yıllık bir çağdaş sanat galerisi. Galeride  Christopher  Lew ve Erica Papernik'in küratörlüğünde açılan 'Değiştirilmiş, Eklemlenmiş ve Birleştirilmiş' adlı sergi, gündelik ve sıradan olanın nasıl sanat eserine dönüştüğünü tartışmış. Sergide yer alanlardan biri de Serkan Özkaya'nın projesi olmuş. The New York Times diğer gazetelerle birlikte sergilenmiş.









Kopya-Orijinal meselesi üzerine iki sebepten ötürü gittiğini söylüyor :
      Birincisi, yaşadığımız zamanın hali (Zeitgeist) üzerine. Tarih, modern tarih, sanat ya da modern sanat tarihi dediğimiz şeyin yazılmış, bitmiş, önümüze bir kitap olarak da konmuş olduğunu. Aslında bunları okumayı sevdiğini ama sonrasında rafa kaldırmak dışında yapacak bir şeyin olmadığını düşünüyor. Bu tutukluluk halinin sürekli olarak devam ettiğini, olmuş bitmiş ve aslında ölmüş bir şeyin karşısında durup onu izlediğinin düşüncesinde.  
      İkincisi olarak da Türkiye'de büyürken hiç orijinal denen şeyle yüz yüze gelmediğimizi yani yurtdışında sergilenen ve korunan belli başlı yapıtların aslında nasıl bir şey olduğunu bilemediğimizi söylüyor.
      Bizlerin de böyle bir gerçeklik anlayışıyla yaşadığımızı düşünüyor. Bu gerçekliği 'Televizyon seyrediyor musun?', 'Evet', 'Peki gördüklerine inanıyor musun?', 'Hayır'.  diyerek örneklendirdi.
      Türkiye'de bu güvensizlik halinin devamlı yaşandığını. Ülkemizin bulunduğu şu kritik dönemde...'  tabirinin gündemden kalkmadığı bir günün bile görülmediğini ve yaratılan güvensizliğin, kendisinde mesafeyi koruyan ve hep tetikleyen bir şey olduğunu söylüyor.
     Orijinal olanla birlikte olmazsak, onunla yaşamazsak, varoluşunun da hissedilemeyeceğini ve yaşamda da kendi gerçekliğimizden şüphe duymaya başlayacağımızı düşünüyor.